Sayfalar

Eylül 12, 2014

ŞİİR DURAĞI III








Hatırlar mısın
Güneşin tenimizi ıslattığı bir gündü
Hafif bir ege esintisiyle
Alsancak’ın pembeye dönüşünü gördük birlikte
O sevdiğimiz şarkıyı çalıyordu kaldırımlar
bir adım sen
bir adım ben tiktokları
Kilise çanları ezan sesleri
Oltaya gelen balıkların beyhude çırpınışları
Vapur kapmaca oynayan büyük çocuklar
Rüzgardan arta kalan dalgalı saçlar
Ve hayat işte
Hani senliyken güzel olan şey
KEREM ÖZGÜR
(http://yaziatolyesi.com/siir-duragi-iii/)

Temmuz 23, 2014

ŞİİR DURAĞI II



Sonra birkaç mısra belirir hafızamda
Sen sen sen üçlemelerinden
Dokuzda duraksar biraz aklım
Ve sen çıkagelirsin ansızın
Sonrası hep sevmek işte

Kerem ÖZGÜR
(http://yaziatolyesi.com/siir-duragi-ii/)






ŞİİR DURAĞI I















Karanlık bir gecenin
aya küsmesi kadar zifiriydi sessizlik
Güneş limana yanaştı
balıklarda tebessüm
dalgalarda sıcaklık oluştu
Sensiz uykulardan senli sabahlara geçiş
buna benzer bir şeydi sanıyorum
Biliyorum
seni özlüyorum
Küçük bi’ adam işsiz bi’ şair kadar
Bazen de adamsız gibi
cinsiyetsizlik kadar yalnızdım oysa
Ve sevdi
İyi ki varız diyebildiğim kadar sevdi
Biliyorum

Kerem ÖZGÜR
(http://yaziatolyesi.com/siir-duragi-i/)

KÖŞEDEKİ YALNIZLIK

Biraz yorgun ve buruk bir haldeyim. Bana göre umut için en gerekli yerdeyim. Esasen yürürken düşünmedim nereye gideceğimi. Güdüsel yön haritam ile dikkatimi çeken ilk sapaktan içeri girdim. Ortalama yirmibeş yıllık ağaçlar seyrek aralıklarla etrafını çevirmiş bu mekanın. İçinde yalnızlık görünse de umut kalıntılarının, heyecanın, neşe ve coşkunun kokusunu almıştı yorgun aklım. Rengarenk oturakları pek de tekin olmayan küçük taşlı kumlara nizami şekilde yerleştirilmiş, hafif modern havasıyla, türlerini bilmediğim kuşların sesi eşliğinde en erdemlilerin uğrak yeriydi burası. İnkar edemem ben de ilk kez görüyorum böyle bu mekanı. Benzerlerini defalarca görmüş olmama rağmen ilk kez renklendiriyorum sarı kağıtları bu gözle.

Dedesinin yanında; ürkek bakışlı, tahminen altı yaşlarında, modern çağın sorunu olan hafif kiloluca bir kız çocuğu.  Burası yabancıların pek uğramadığı bir yer olacak ki tek tanınmayan kişi ben gibi görünüyorum. Ortalıkta heyecan arayan küçük kızın dedesine sol yanımdan “hüseyin amca nabıyon” diye bir selam gelince dikkatimi çekti yalnızlığım. Ve çorapsız giyilmiş süet benzeri  ayakkabılarıyla, sol bacağını sağ bacağının üzerine sırtlayıp, görünmeyen ufka bakan Hüseyin amcanın yalnızlığı. Ona verilen selama pek de ilgili olmadığını fark ettim bir an. Ve hüseyin amca da gitti ayaklarına bedenini sırtlayıp selam dahi almadan. Bir yalnız gitti, kaldı bir yalnız.

Bir çift, sağ çaprazımdaki bankta eski usülde eğleniyor. Erkek uzatmış sağ kolunu banka monte eder gibi kızın omuzlarına doğru. Kız da ne yapsın, elindeki dondurmayı o ciddiyetinden ödün vermemeye çalışan erkeğin burnuna sürüyor. Sonrasında yemeseydi bari dedim içimden o dondurmayı ama aşkın anlaşılması güç gafletinden olsa gerek yemeye devam etti burun aromalı dondurmayı. Hemen sol yanımdaki banka genç, en fazla yirmi yaşlarında bir kız oturmuş. Köpük kahvesi saçlarıyla, boynu elindeki telefona eğilmiş, arada sol elindeki tırnağının tadına bakarak yalnızlığın tadından kaçınıyor genç kız. Ne zaman geldi tüm bu insanlar anlayamadım. Biraz evvel yalnızlığın ta kendisine selam vererek girmiştim bu fantastik heyecanlarla dolu mekana. Elbette ben bir yöne bakıp seyirci kalırken bir yönde de yaşanmaya, birikmeye devam ediyordu hikayeler.

Her ne kadar sol yanımdan gelen trafik sesi uğultulu gibi duyulsa da kuşların sesiyle birleşip ilginç bir bilince sevk ediyordu beni. Bu rastgele sesleri düzenleyen melodiler duyar olmuştum. Burada bir tek gülüşmeler yalnız değildi. Biraz evvel yani. Ama o heyecanlı gülüşmeleri seyreden herkes biraz yalnızdı. Evet herkes biraz eksikti. En çok da çocukların sesi kesilince hissettim yalnızlığın buruk yanını. Kuşların sesleri ise tek tesellim. Neresi olurdu ki çocukların sesleri kaybolunca içi burulan mekan! Evet, evet burası çocuk parkından başka bir yer değildi. Yoksa çocukların yokluğu umut yoksunluğudur hemen her yerde. Zaten çocuklar sustu ve bitti sağ çaprazımdaki dondurmalı kızın sevgilisi ile cilveleşmesi. Renkler artık o kadar da cazibeli değildi. Seslerin can notası kesilince uyum bozuldu, melodiler umutsuzluk perdesine düştü. Şimdi ise aklımda birkaç küçük soru; bu kuma düşse henüz kendini düşünmeyi düşünmemiş çocuk canı yanacak belli de neden taşlı kum dökersin çocuk parkına? Böyle mi düşündürülmeli çocuğa fütursuz cesaretlerin düşme korkusu. Çocuğu parka getiren; dalgınlıktır, yorgunluktur, gözden kaçar diyerek, neden yol kenarına yapılmış çocuk parkının etrafını çevreleyip yapmazsın kapısını da almazsın üstüne düşen önlemini? Gibi buradakilerin pek de önemsemediği basit sorular işte. Çocuk oynasın diye mi, yoksa yorgun düşen çocuk annesine babasına dinlenme fırsatı versin diye mi niyeti belirsiz parka götürülen çocuklar hep gözden kaçmıştır bu ülkede.

Benim asıl sorum kendimeydi tabii; olur da aptallık edip içimdeki çocuğu öldürerek büyürsem faili kim olurdu bu cinayetin? Yoksa ayakkabının topuğunu ezerek yürüyen Hüseyin amca gibi; pişmanlıklarla dolu bakışlarını gizlemeye çalıştığı eksi tip şapkasıyla, hafifçe aksayarak mı çıkacaktım bir gün çocuk parkından! Kendime sorduğum bu soru yorgunluğumu, o buruk yanımı sersefil eden bir umut vermişti bana. Sonuç olarak daha çok inandım ki umut için en doğru yerdeydim. Vicdan öğretisinden uzak kalmamış bir çocukluğun hayalinde. En erdemliler başka nerede doğacaktı ki; burası bir çocuk parkından başka neresi olabilirdi?

Kerem ÖZGÜR
(http://yaziatolyesi.com/kosedeki-yalnizlik/)

Şubat 26, 2014

ESKİ BİR İSTANBUL EVİ

Soğuk, gri bir şubat günü.
Ocakta dumanı tüten bir çaydanlık,
penrecemden görünen eski bir İstanbul evi.
Doğduğum kasabayı hatırlatıyor o ev bana;
ahşap çerçeveli camları,
yağmurdan örselenmiş,
paslı demirden balkon korkulukları,
zamana yenik düşmüş solgun boyası,
ateşi sönmüş sobaların,
dumanı tütmeyen nostaljik bacaları.

Penceremin gözyaşları yarış halinde.
Damlalar dahi öncelik peşinde.
Oysaki çocuktuk bu yarışı öğrendiğimizde.
Kahvaltı için bekleyen masada ise
eskimiş bir gazete parçası,
eskitilmiş bir gündem hatırası.

Pencereye sinen çayın buharına yazılmış bir söz.
Eskimiş hatıralara açılan pencereden,
eskitilmiş hayatın yeni günü.
Makyajını değiştirince güzel görünen kadın misali.

Ah be Chopin, yine karşı koyamadım ki sana.
Yine parmak uçların duvarlarımda geziniyor.

Cancun plajı da mutluydu, 
bu kadar dramatik değildi oysa;
usta gitarist De Lucia'ya veda etmeden hemen önce.
Neyse benim orkestra buluşuyor yavaş yavaş,
Paganini'nin kemanı, Chopin'in piyanosu, Paco'nun gitarı
şakacı Beethooven'ın hayat dolu aklı ve çılgın Yanni.
"HayalBank" onurla sunar!

Bizim mahallede 
davulcu ile zurnacı da meşk ediyor, 
çocuklar için de hayli eğlenceli görünüyor,
hepsinin yüzünde bir kahkaha.
Bu soğuk şubat günü, 
onlar için pek soğuk değil sanırım.

Lokal seslerin ulusal çığlıkları,
fütursuzca söylenen küresel hedefler.
Mahallede yankılanan zılgıt sesleri.
Yerel seçimlerin yasalara aykırı gürültü kirliliği.
İdeal çığırtkan sloganları.
Bugün gri bir şubat günü!
Oku hocam, daha iyi, 
daha inançlı ve daha inandırıcı!
Avcılar için şenlik vakti.
Buyurun İstanbul sofrasına.

Konuş be çaydanlık!
Sen ne dersin bu duruma?
İyi bir son bulmakta zorlanıyorum.
Sahi, iyi sonla biten hangi yazarın masalıyıdı?
Beethoven da bırak derdi başlangıcı, sonu!
İyi bir son var mı Tanrım?
Çaydanlığın cevap vereceği de yok zaten!
Modern çağda, gelişen Türkiye'de,
Avcılar'da eski bir İstanbul evi burası.
Bugün soğuk, gri bir şubat günü.
Aman, çocuklar duymasın!